Ahmet Uluçay'dan altı şiir
27.03.2020 / 14:42

Optik Düşler, Koltuk Değneklerinden Kanatlar Yapmak, Bizim Köyün Orta Yeri Sinema, Bizim Köyde Bayram Sabahı ve Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'ın yönetmeni Ahmet Uluçay (1954-2009), şiir gibi filmler yapmadan önce bildiğin şiir yazıyor ve Kahramanmaraş’ın Andırın ilçesinde çıkan İkindiyazıları dergisine gönderiyordu. Nedim Ali yönetimindeki İkindiyazıları’nda birbirinden güzel en az altı şiiri yayımlandı Uluçay’ın. Edebiyat definecilerinin arşivden bulup çıkardığı bu altı şiiri öpüp başımızın üstüne koyuyor ve gönüllerinizin istifadesine sunuyoruz.
LEYLA’YA MEKTUP (1)
Leyla, biz böyle nasıl çocuklarız
Hep ateşle oynarız, ateşle oynarız
Gurbet, hasret, uzaklar
Kızgın çöller, kum fırtınaları
Leyla, biz böyle nasıl çocuklarız
Su akar, kuş uçar, yılan sürünür
Mecnun, yanar!
Mecnun yanar, diye
Leyla da mı yanar
Leyla, biz nasıl çocuklarız
Ezelde verilmiş hükmümüz
Büküldü boynumuz, kıldan incedir
Leyla, uzun ve karanlık bir gecedir
İçinde yana yana kül olduğumuz
Kaybolduğumuz
Hadi ben neyse Leyla
Mecnun’a yanmak yaraşır
Sen terk edip haymelerin, hurmaların gölgesini
Girdin kor yüreğime, ateş mekânındır
Yandın, yakınmadın
Bir “ah!”ını duymadım yıllar yılı
Cehennem olsa utanır, bir günahsızı yakmaktan
Desem “Usandım seni içimde taşımaktan”
Leyla kırılır, Leyla darılır
Yüzyıllar oldu görüşmeyeli
Saçlarıma aklar doldu bir görsen
Ama, hâlâ o bildiğin çocuğum Leyla
Ateşler oyuncağım
Seni sorduğum çöller
Tutuştu ardımda alev alev
Ateşten yollar oldu ayak izlerim
Hiç kime benzemez Leyla’ya
Leyla’ya bir ben benzerim
Ceylanların gözlerinde aradığım yalandır gözlerini
Yalandır boynunu kuğulara benzettiğim
İki baş bir yastıkta düşlediğim yalandır
Haya ederim, haya ederim
Bilirim, varılmaz Leyla’ya, gidilir
Ben Leyla’ya giderim
Bak asırlardır yanlış anlatılmış “Leyla ile Mecnun”
Yanlış yorumlanmış hikayemiz
Kar leke götürmez
Tekzip ederiz
Otlar, dikenler her toprakta büyür Leyla
Nice kurak iklimlerde, nice çiçekler büyüttük biz
Nice saraylar kurduk çöller ortasında
Baksana, çamur içinde ellerimiz
Leyla, sevmeyi
En iyi biz biliriz
Sevda bizim lügatımızda buldu asıl anlamını
Firak yanmaktır bizde, vuslat kül olmak
Kimseler okumasın, anlamasın zararı yok
Bize nasip oldu ya yazmak aşkın kitabını
Kara dağlar taht kurmuş gönlümüze
Onların gözleri korkar ve derler
“Beşiğin ardı gurbettir!”
Bizim ise aramızda ışıktan atlara binsen
Aşılmaz mesafeler
Leyla benim içimdedir
İkindiyazıları (Aralık 1990, Sayı 100, Sayfa 5)
LEYLA’YA MEKTUP (2)
Leyla, beni gönderdiler
Bizi ayırmaya çöller kifayet etmedi de sanki
Yollar kifayet etmedi de
Yüzyıllar ötesine
İkibin yılının eşiğine sürdüler
Mekan kifayet etmedi de sanki
Zamanı da günahkar ettiler
Eskiden çöller vardı aramızda, yollar vardı
Şimdi nice, nice yıllar
Eskiden mekandı düşmanım, şimdi zaman
Gurbetin böylesi dile gelmez
Anlatamam, anlatamam
Adını söylesem, dönüp geliyor sesim
Kulaklarını bile çınlatamam
Emir balâ’dan geldi
“Bitmedi çilen! Kıyam et!” dediler
Yer yarıldı
Mezar taşları devrildi yüreğimin depreminden
Bir garip dünya ortasında
Dedim: “Leyla’yı var mı gören?”
Alem bir hoş bakar yüzüme
Beni bilemediler
Leyla, Leyla söyle ben kimim
Ne yazar nüfus kağıdımda
Beni analar mı doğurdu ah
Feryadımın aksi kayıp karşı dağlarda
Leyla, Leyla neredesin
Hangi dağ başına koşsam, öte dağlar beni çağırır
Ne sökülmüş çadırlardan bir eser
Ne sönmüş ateşlerden
Hangi çöle uğrasam
Ayak izlerimi silmiş, süpürmüş yıllar
Hırsımı mekandan alıyorum
Ayaklarımın altında
Değişiyor coğrafyalar
Nil, benim gözlerimden doğdu
Nice Dicle de gözyaşlarımdır akan
Nice dağ, nice taş tabanlarımda un ufak oldu
İşte bu ateş, işte bu çöl, işte bu kum
Tanımadın mı
İşte ben, baştan ayağa sevda
Tepeden tırnağa Mecnun’um
Yoksun, düşüncemden gayrı hiçbir yerde
Ne mekan aşina gözüme, ne de zaman
Sıla yok ruhuma, sıla yok
Adım, adınla anılacak
Levh-i Mahfuz’a böyle yazmış yazan
Yüreğim esir kuşlar gibi
Çırpınır göğüs kafesimde
İşim güneşler söndürmek artık
Ömür tüketmek kaygım
İşim ufuklar eritmek gözbebeklerimde
Eğilmekten, ah eğilmekten kamburum çıktı
Gökler mezar tahtası üzerimde
Oturmuş, mektuplar yazarım Leyla’ya
Ne postalar götürür
Ne sesimi rüzgarlar
Sınırlar zorluyorum
Ayak basılmamış sınırlar
Sınırların ötesinde Leylistan
Sınırların ötesinde Leyla var
İkindiyazıları (Mart 1991, Sayı 103, Sayfa 4)
HASTA ÇOCUKLARIN DUASI
Benim gökyüzümde kuşlar
Kanat çırpmıyor artık
Lacivert gecelerim
Suya düşen kıvılcımlar gibi
Söndü yıldızlarımız
Siz, ulaşılmayan gene de benim olan
Uzak dağ başları
Pencerem sislere açılıyor hep
Nerede kaldınız
Aydınlık sabahları muştulayan ak horozlar
Dönün rüyalarıma
Geniş avlular, kuyuların çıkrık sesleri
Dağ yolları, şen çıngıraklar
Dönün rüyalarıma
Yaz geceleri
Ak çarşaflar, sabun kokulu, serin uykular
Özledi sizi yorgun bedenim
Komşumun küçük kızı
Nerde o yaz geceleri, kiraz bahçelerinden
Odama dolan türkülerin
Dağlar ardında, uzak bir köyde
Küçük bir çocuktum, kışlar uzundu
Ambarlarımız dolu, ocak başlarımız sıcak büyülü
Gece yarıları başlardı hayatı
Masalların, efsanelerin
Şeytan bilinmez, hangi kötülüğe koşardı dışarıda
Sabahları yaralı kanatlarını sarardım
Düşmüş meleklerin
Kırlangıç sesleriyle uyandığım sabahlar
Dönün rüyalarıma
Tozlu yollar, kağnı sesleri, kaval sesleri
Kırbaç şaklaması ve nal sesleri
Dönün rüyalarıma
Ben hasta bir çocuğum
Sancım büyüktür değmeyin
Yitirdiğim bir düştür, bin bir gece uykulara sığmayan
Dokunsan uyanır
Tutmak istersen, kül olur kanatları
Avuçlarında bir kelebeğin
Sancılar hep geceleri başlar
Hasta çocuklar uyumaz hiç
Yanar sabaha kadar pencereleri
Ey dünyanın her dilden ninni söyleyen anneleri
Dönün rüyalarıma
İkindiyazıları (Haziran 1991, Sayı 106, sayfa 5)
KARANLIKLAR IŞIĞI BAĞRINDA SAKLAR
Bana Yakub’un gözlerini verin
Ellerimde Yusuf’un kanlı gömleği
Ebedi bir karanlığa karşı ağlamak isterim
Dirliği bozuldu Diyar-ı Kenan’ın
Koyunları kurda verdi çobanlar
Ellerimde Yusuf’un kanlı gömleği
Böyle oğul doğurur mu analar
Mısır yollarına düşüp ağlamak isterim
Yürüsem, çarptığım karanlıklardır
Nefes alsam
Dolar içime karanlıklar
Bana Bahira’nın gözlerini verin
Daracık bir pencereden
Onun gözleriyle beklemek isterim
İmr-ül Kays’ın şiiri
O mukaddes duvarı kirletir artık
Ve söner kisra’nın ateşleri
Manastırlar eskidi
Baykuş tünekleridir artık
Gözlerim, korkunç uzaklığında çöllerin
Az kaldı, gelecek beklediğim yolcu
Üstüne kanatlarının gölgesi
Düşmüş meleklerin
Bana Taifli çocukların gözlerini verin
Ben küçük bir çocuktum kandırdılar
Kırılsın ellerim, kırılsın ellerim
İncittim onu
Gül oldu düştü attığım taşlar
Ben küçük bir çocuktum kandırdılar
Kırılsın ellerim, kırılsın ellerim
Abdullah İbn-i Zeyd’in
Gözleriyle ağlamak isterim
Bana onun gözlerini verin
O artık gitti! O yok! Ne acı!
Görmek neye yarar
Negatif görüntülerdir gözlerimi retinalarında
Doğan güneşler batan aylar
Bana Abdullah İbn-i Zeyd’in gözlerini verin
O artık yok! Ah o artık yok!
Söndürün gözlerimi akrep iğneleri
Çöl güneşleri gözlerimi kurutun
Görmek neye yarar
Kim inanır söylesem
Karanlıklar
Işığı bağrında saklar
İkindiyazıları (Ağustos 1991, 108. Sayı, 4. Sayfa)
ÇOBAN MASALI
Ben “Gazete atın! Gazete atın!” diye koşup bağıramadım
Trenler geçmezdi buralardan
Damı delik okullarda yağmur, defterime damlardı
Dünyanın ucu çevre dağların bittiği yerde sanırdım
Ne umularım, ne uzak düşlerim vardı
Oysa sen; yüksek, sıcak apartmanlarda
Koltuğuna uzanıp, dersine çalışırdın
Alis’ler, Haydi’ler, Kipritci Kız’lar dostlarındı senin
Düşlerinde onlarla sarmaş dolaş
Uyuyakalırdın
Büyüdün, gitti o çizgi kahramanlar
Yerlerini bir çoban çocuğu aldı
Bilmediğin bir dünyaydı o uzak dünya
Ve onun seni saran, seni büyüleyen hikayesi
Ne şiirlerde, ne romanlarda vardı
Düşlerinde, çok uzaklarda, bir vadiye
Biteviye
Kar yağardı
Kurt ulumaları yankılanırdı gecenin içinde
Çıngıraklar susmuş, kaval ses vermez
Gece uzun, sabaha çok, köy uzak
O çoban kulübesinde
Korkusundan ağlardı
Yalnız, uzak mı uzak, mavi gözlü bir kentte
Sıcak odasında uyuyan kız
Düşlerinde avuçlarına alıp çobanın üşüyen ellerini
Isınsın diye hohlardı
Ah onun seni saran, seni büyüleyen hikayesi
Ne şiirlerde ne romanlarda vardı
O küçük kız, ah o küçük kız
O küçük yüreğiyle karları eriten kız
Deniz kıyısı bir kente, sıcak odasına
Karlı dağları, çoban ateşleri getiren kız
O güzel rüyayı sürdürmek için
Yüreğine vatan olan dağları görmek için
Her sabah pencerelere koşardı
Bir gemi kalkardı limandan
Bir tren, bir uçak kalkardı
Kıtalar kapı komşuydu ses hızıyla
İnsanlık, uzayın kapılarını zorlardı
Bir küçük kız vardı, bir büyük kentte
O uzak, o masal köylere uçsun diye
Yüreğine kanat takardı
Uçamaz, düşerdi yürek
Bütün bunlar gerçek
Çoban masaldı
İkindiyazıları (Nisan 1992, Sayı 116, Sayfa 3)
DAVET
Beni sen çağırdın
Dedin:
Ben çiçekleri saksılarda okşadım hep
Karlı dağları tablolarda
Var olduğuna inanmak ellerimle
Ellerinden tutmak isterim senin
Beni sen çağırdın
Dedin:
Gel al, götür beni
Bu İstanbul’da büyük aşklar yaşanmaz
Yalanın, sahteliğin şehri burası
Naylon ekmekler yenir burada
Beni sen çağırdın
Dedin:
Ben yerimi buldum artık
Kuru ekmeğine hasretmişim yıllardır
Sahte güneşlerle aydınlanmıyor içim
Gel, al götür beni, gel al, götür
Mühr-ü Süleyman’ı tanıdım ben
Umrumda değil, Belkıs’ın Sabâ’sı
Beni sen çağırdın sen, İstanbullu kız, padişahın kızı
Ben Anadolu’da bir çoban, taa uzak köylerden
Ateşle su hikayesi yani
Yani bizimki masal, bizimki efsane çook eski tarihlerden
Uyanıverdi hülya, öpünce kirpiklerinden
Beni sen çağırdın
Bir kahramanı çağırır gibi tarih sayfalarından
Topraklardan silkindim, mumyalardan çözüldüm
Lahidleri devirip attım üstümden
Çıkıp geldim elimde asa, ayağımda çarık
Çıkıp geldim Kenan Çobanları gibi Kitab-ı Mukaddes’ten
Farzet ben Musa, sen bana inanmış
Ardımızda Firavun’un zulmü, önümüzde deniz
Yanımda sen, eteğini tutmuş doğmayan çocuklarımla Ben-i İsrail
Hani benimle gelecektiniz
Gelmediniz, gelmediniz
Beni sen çağırdın
Öyle içtendi bu davet, öyle yürekten
Ve öylesine susamış, öylesine tertemiz
Sana sevgi, sana selam, sana kurtuluş getiriyordum Asrı Saadet’ten
Farzet ben Ashab-ı Kehf’ten biri
Üçyüz yıllık uykunun mağaralarından çıkıp geldim
Geçmedi elimizdeki akçelerimiz
İkindiyazıları (Eylül 1992, Sayı 121, Sayfa 2)